Lügatte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki sabr kelimesinin bir ıstılah olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belalar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metânet” gibi mânalara geldiği, karşıtının da ceza (telâş, kaygı, yakınma) olduğu ifade edilmektedir.[1]
Belaya sabretmenin mi yoksa nimete şükretmenin mi daha faziletli olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Genellikle ulemâ, şükrün sabırdan daha faziletli olduğunu kabul ederken mutasavvıfların çoğunluğu sabrı daha üstün görmüştür. Hücvîrî’nin aktardığına göre tasavvufun dayandığı sekiz temelden birinin sabır olduğunu söyleyen Cüneyd-i Bağdâdî (rah.), her temel için bir peygamberi örnek gösterirken sabır için Hz. Eyyüb’ü (a.s) zikreder.[2]
Allah Teâlâ, cinni ve insi yaratırken onlara birtakım sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumluluklar, dünyevî ve uhrevî işler diye birbirinden ayrıymış gibi görünse de asıl itibariyle birbirine sıkı sıkıya bağlı bir iplik gibidir. Müslüman ne dünyayı âhirete tercih edip hiç ölmeyecekmiş gibi yaşam sürdürebilir ne de dünyadan el etek çekip uzlette çekilebilir. Fâni dünyanın muvakkat lezzetine kapılma korkusuyla terki dünya etmemelidir. Aksiyoner mü’min olma uğrunda Allah (c.c) ve Rasûlü’nün (a.s) emir ve talimatlarına uymayı, dünyayı da âhireti de murad edilen şekilde yaşamak için mücadele etmeyi vazife addetmelidir. Bu mânada Allah Teâlâ, mücadele ederken başımıza gelecek imtihandan bahismevzu etmekte ve musibetlere karşı nasıl ayakta kalacağımız konusunda bizleri bilgilendirmektedir.
İnsanoğlunun hayata bakan iki penceresi vardır; birincisi iç dünyası, ikincisi dış dünyası. İç dünyası, nefis ve şeytanın desiselerine karşı her daim müteyakkız olmalı ve zorluklara sabretmelidir. Dış dünyası ise insanlar arası ilişkilerinde zor durumlarda tahammül edip Kur’ânî bir tavır sergilemesi gerekmektedir.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Hâkim’de bizlere, muhakkak ki biraz korku, biraz açlık, mal ve evlat kaybıyla[3] imtihan edeceğini bildirmektedir. Bu bela ve musibetler karşısında sabrı tavsiye ederken[4] geride örnek alınacak bir kadro ve tablo bırakmıştır. Şüphe yok ki, Peygamber’in tebliğ-i risâletinde en büyük destekçisi Sahâbe-i Kirâm hazerâtıdır. Mekke’nin cahiliye karanlığında hakikatten mahrum iken O’ndan (s.a.v) aldıkları işaretle imanın nuruna eriştiler. Hakkı hak, batılı batıl görüp ictinâb noktasında verdikleri maddi ve mânevi mücadeleler, onları en hayırlı topluluk olmaya itti.[5] Böylelikle Mekke, Mükerreme; Yesrib Medîne-i Münevvere oldu.
Sabır Zaferdir
En hayırlı topluluk şerefine mazhar olsalar da peygamberler gibi vahye muhatap olmadıklarından zaman zaman imtihanlar onlara çok ağır gelmekte ve bundan muzdarip olmaktaydılar. Yine bir gün Rasûlüllah (s.a.v), hırkasını başının altında yastık yapmış ve Kâbe-i Muazzamâ’nın gölgesinde dinlenmekteydi. Sahâbe-i Kirâm’dan bir grup Efendimiz’e (s.a.v) gelip müşriklerden maruz kaldıkları eza ve cefadan dolayı şikâyette bulunarak “Ya Rasûlellah! Allah Teâlâ’dan bu zulümler karşısında bizim için bir yardım istemeyecek misin?! Ellerini açıp dua etmeyecek misin?!” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu;
“Sizden önceki zamanlarda Müslümanlar zaptu raptedilir, kendisi için kazılan bir çukura konur, sonrasında testere ile baştan aşağı ikiye bölünür, demir taraklarla kemikleri taranırdı da yine bu ağır işkence onu dininden döndüremezdi. Allah’a yemin ederim ki, Allah bu dini tamamlayacaktır. Hatta -yakında- binekli bir kimse San‘a şehrinden Hadramevt’e kadar gidecek de, Allah’tan başkasından ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiçbir şeyden korkmayacak. Fakat siz acele ediyorsunuz.”[6]
Allah Rasûlü (s.a.v), mezkür hadisten anlaşılacağı üzere ümmet kadrosunu zorluklar karşısında metanetli olmaya çağırmaktadır. Kendileri, en büyük hakaretlere ve iftiralara maruz kaldıkları halde[7] ayakta dimdik durup Müslümanları istikamet üzere kalmaya davet ettiler. Her rahmetin arkasında zahmet, her zorluğun ardında biten bir kolaylık vardır.
Yenilgi Yenilgi Büyüyen Bir Zafer
Zâhiren baktığımızda Müslümanlar kâfirlere nisbeten ilimde, fikirde ve sanatta geri planda kalmış alem-i İslam’ın her yanından yenilgi haberleri gelmektedir. Bunun sebebi, gelecek ilahî nusrete sabırsızlık ve Allah’a (c.c) olan itimatsızlıktan gelmektedir. Allah Teâlâ, kimi zaman sevdiği bir topluluğu yani; Müslümanları maslahatları gereği zor durumlarla karşı karşıya bırakır çünkü, en hayırlı ümmet vasfı taşıdıklarından ötürü mükafatları, büyük olduğu için başa gelen musibette büyük olur. Bazen de kendi elleriyle işledikleri günahlar sebebiyle dünyada acilen cezalarını keser ki cehennem azâbına düçar olmaktansa burada belli başlı musibetler onların günahlarına keffâret olsun, derecelerini âl-i kılsın.[8] Allah Teâlâ, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka hâkim kılacağına, onlar için hoşnut ve râzı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur.[9] Her doğuşun bir vakti, her işin bir oluşu vardır. Ne karanlık çökmeden ay ortaya çıkar ne de gündüz olmadan güneş doğar. Müslüman, Hz. Mûsâ (a.s) gibi Hz. Hızır’dan ilim tahsil etmek adına sabrı kuşanmalı, Yûnus (a.s) gibi balığın karnından çıkabilmek için Allah’a tam tevekkül etmeli, Ya’kûb (a.s) gibi Yûsufuna kavuşmak için sabrı cemîl görmelidir. Bela ve musibetler ona isabet ettiğinde takvayı kuşanacak, tevekkülü tam olacak, sabrı cemîl görecek ki Mûsa gibi Hızır’dan ilim alabilsin, Yûnus gibi balığın karnından sağ salim çıkabilsin, Ya’kûb gibi yıllar sonra Yûsufuna kavuşabilsin…
Dipnot
[1] Ebü’t-Tâhir Muhammed el-Fîrûzâbâdî, Tâcü’l-Arûs min cevâhiri’l-kâmûs, Dârü’l-Hidâye 1384, 11/273.
[2] Ebü’l-Hasen el-Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb, Beyrût 1400, 1/235.
[3] Bakara, 2/155. Bkz. Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi’ li-ahkâmi’l-Kur’ân, Darü’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kâhire 1384, 2/284.
[4] Bkz. Bakara, 2/45; Bakara, 2/153.
[5] Bkz. Âl-i İmrân, 3/110.
[6] Buhârî, Hadis No: 6943.
[7] Bkz. İbn Mâce, Hadis No: 4024; Beyhakî, Şuabü’l-îmân, H. No: 9774.
[8] Bkz. Tirmizî, Hadis No: 2396.
[9] Bkz. Nûr, 24/55.