Allah Teâlâ, Âdemoğluna ihsân ettiği nimetler mukabilinde şükür ve hamd edilmeyi beklediği gibi, ikram ettiği yiyecek ve içecekler hususunda israftan kaçınmayı emretmiştir.[1] İsraf, sözlükte “haddi aşma, hata, cehalet, gaflet” gibi anlamlara gelip “s-r-f” kökünden türetilmiştir. Istılâhen ise; “inanç, söz ve davranışlarda dinin, akıl veya örfün uygun gördüğü ölçülerin dışına çıkmayı, özellikle mal veya imkanların meşru olmayan amaçlar uğrunda saçıp savurmak” şeklinde ifade edilmiştir.[2] İmam Gazzâlî (rah.), israf noktasında “dinin, âdetlerin ve insanlığın gerekli gördüğü ölçüde harcamak cömertlik, bu ölçülerin altına düşmek cimrilik, bunların üst düzeyi ise israftır.” demiştir.[3] İmam Taberî (rah.), İsrâ Sûresi’nin 27. âyeti münasebeti ile çoğu müfessirlerin tebzîri israf mânasında kullanmış olduklarını, “Allah’ın verdiği malı isyan addedilen yerlerde harcamak” şeklinde ifade ettiklerini söylemektedir.[4]
Kanaat Eden İktisâd Eder
İsraf nimete karşı nankörlüktür. Bunun yanında iktisâd, nimete ihtiram, Rabbe karşı hamddir. “Kanaat eden iktisâd eder!” düsturuyla insan, dünyevî işlerinde aza çoğa bakmadan çalışıp kanaat ederse; işlerinde bereket bulur, az parayla çok şeyler elde eder. Nankör ise verilen rızka kanaat etmeyip küfrânı nîmete düşer, gâfilâne Allah Teâlâ’nın onu “Fâtır” ismiyle mükemmel bir surette yarattığını,[5] diline acı, tatlı, ekşi, gibi muhtelif tadları verdiğini, bundan sebep bir yemeği sevip bir başka içeceği sevmediğinin O’ndan (c.c) olduğunu unutur, isyan eder. Kimde Rabbinin verdiği mal ve mülke az veya çok bakmaksızın, daima şükredici olup O’na (c.c) kulluğunu îfa etme noktasında âhiretini dünyasına tercih ederse şu âyetle mükâfatlandırılır:
“Şüphesiz ki Allah, Cennet karşılığında mü’minlerden mallarını ve canlarını satın almıştır.”[6]Müslüman, dünyanın fâni ölümün âni olduğu şu arzda, O’nun (c.c) yolunda her şeyini feda edip, başına gelen bela ve sıkıntılara, “Kadere iman eden kederden emin olur.” deyip Allah’tan (c.c) gelene râzı olup emir ve talimatlarına uygun yaşamaya gayret ederse çok az bir ücretle ebedî saadeti kazanmaya muvaffak olur. 100 lira bedelinde 100 dönümlük araziyi kâr yerine zarar görüp satın almamak ne kadar abes ise, 50-60 yıl ibadet etme karşılığında ebedî bir hayatı kârlı görmeyip de aciz nefsini Allah’a (c.c) satmayan kişi için de o kadar abes bir durumdur.
Zahmetsiz Rahmet Olmaz
Rivâyet edilir ki; bir zaman Gavs-ı A’zâm Şeyh Abdülkâdir Geylânî (k.s) terbiyesinde yetişen ihtiyar bir kadının evladı varmış. Riyâzette olan bu oğlunu çok özlediğinden dolayı ziyarete gitmiş ve bir de bakmış ki, oğlu bir hücrede bir parça kuru ekmek yiyor. Bu halini görünce anne yüreği dayanamayıp şekva için şeyhe gider. Gidince de Abdülkâdir Geylânî (k.s) hazretlerinin kızartılmış tavuk yediğini görünce hiddete gelip “Ya Üstad; Benim oğlum hücrede açlıktan ölüyorken sen burada tavuk mu yiyorsun?!” demiş. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî (k.s), kerâmetkârane kızarmış tavuğa “Kum bi’iznillah” der ve o tavuğun kemikleri -Allah’ın izni ve keremiyle- bir araya gelir. Ardında da şu dersi verir yaşlı kadına; “Ne vakit senin oğlun bu mertebeye gelirse o da benim gibi tavuk yesin.” Yani; ne zamanki evladın, rûhunu cesedine, kalbini nefsine, aklını midesine hâkim kılar da yemek için yaşamayıp yaşamak için yerse eşya ve hâdiseye hakîkatıyla bakar ve gerçek lezzete işte o zaman ulaşmış olur. Pişmeden olmaz, zahmete katlanacak ki rahmete vâsıl olsun.
Hakîki Lezzet Îmandadır
Selef-i sâlihîn; “Nimete karşı şükretmek imanın yarısıdır.” demiştir[7] Allah Teâlâ, en fakir adamı en zenginmiş gibi, en zengini de en fakirmiş gibi hissettirmeye kâdirdir. Fakir bir işçi, kazancına az veya çok bakmadan Rabbine şükrettiği için; zor zamanlar ona isabet etse, elinde sadece kuru ekmek kalsa dahi o bir parça kuru ekmek etli yemeklerden bile daha lezzetli gelir. Diğer yanda harama batmış, israfta haddini aşmış bir fabrikatör, etin sütün içinde olmasına rağmen fakirin kuru ekmek yerken aldığı lezzeti kendinde bulamaz. Bu tabloya baktığımızda mutluluğun ve huzurun formülünü çok para kazanmakta değil kanaat etmekte görüyoruz.
Kanaat Eden İzzet, Etmeyen Zillet Bulur
Allah Rasûlü (s.a.v), insanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha istediğini, karnını topraktan başka bir şeyin doyurmadığını[8] söylemekte ve dünyevî işlerde değil hayır işlerinde yarışmayı tavsiye etmektedir.[9] Çünkü âhiret yerine dünyaya hırsla yatırım yapmak menfi iki hasleti medyana getirmektedir:
1. Kanaatsizlik
Kişinin elinde olanıyla yetinmemesi ve daha fazlasını istemesidir. Bu sebeple kişiyi git gide tembelliğe, işlerinde iştiyaksız çalışmaya, hedeflerine ulaşma azmini kırmaya iter. Şükretmek yerine şikâyet eder, varlık içinde yokluk çeker. Hâlbuki Allah Rasûlü (s.a.v) bu hususta buyurdu ki: “Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir.”[10] Az da olsa helal mal ile iktifâ etmeyip Allah (c.c) ve Rasûlü (s.a.v) ile harp eden[11] bankalardan kredi alarak medet umar. Faiz aldığı için de iki cihan güneşinin lanetine maruz kalır.[12] Aldıkça nefsi azar… Ne gözü doyar ne de kalbi sahip olduklarıyla mutmain olur; bu ameliyesi ile müsrifler kervanına adını yazdırır.[13] Nefsinin her arzusuna, bir askerin kumandanının emrini yerine getirmek için nasıl koşturuyor emrine imtisâl ediyorsa, heva ve heves peşinde koşan o kişide aynen öyle arzuları peşinde koşar. Haz da kesemez onu, hız da.
2. Mahrumiyet
Kişi, yaratılma gayesi olan kulluk vazifesini hiçe sayıp dünyasını âhiretine tercih edince şu âyetle muhatap olur:“Bunlar âhireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine bir yerden yardım da gelmez.”[14] ‘Necisin, nereden geldin, nereye gidiyorsun?’ sorularına aldırış etmeden hiç ölmeyecekmiş gibi hayat sürdürmesi sonucu Allah’ın (c.c) yardımından mahrum kalır.[15]
Allah Teâlâ kim nefsinin hırsından korunabilirse, kurtuluşa ereceğini buyurmaktadır.[16] Çünkü hırs, kişiyi yapacağı şeyden mahrum edip muvaffâkiyetsizleştirir. İnsan hırs yaptığı kadarıyla değil ancak çalıştığı kadarıyla kadir kıymeti vardır.[17] Biz ne kadar çalışsakta, O (c.c) dilediğine kimseye sormadan verir.[18] Vereceği rızıkta meşîetine göre kimine az, kimine de hikmetiyle sınırlı olur. Fakat o nankörler ki, bu gerçeğin farkına var(a)madıkları için insanın bir ağaç altında gölgelenip sonra da terkedip gideceği kadar kısa olan şu dünya hayatı[19] ile yetinip sevinirler.[20] Allah Teâlâ’nın nice canlılar var ki hayatları, gerekli olan rızkı taşımakta acizdir. Onların dahi rızkını O’nun (c.c) temin ettiğini[21] unuturlar. Rızkın kefili Allah Azze ve Celle’dir, bizden rızık değil[22] ihsanına karşı ibadet etmemizi istiyor.[23] Bizler ne kadar şükredersek üzerimizdeki nimetini artırır, eğer etmez isek azabı şiddetli olur.[24]
Verilene şükretmeyince elindekinde de mahrum olur insan. Mahrum oldukça maddi ve mânevî çöker; mâsivadan mâveraya kanat vuramaz, kıldığı namazlardan haz alamaz. Zekât verdikçe malının kötülüklerden arınma vesilesi[25] görmek yerine azaldığını düşünür. Ulvî bir makamdan(şükür) süflî(nankörlük) bir makama düşer. Kanaat eden izzet, etmeyen zillet bulur.” sözüne kulağını tıkar. Böylece kendinden daha aşağıda olan fakirleri değil daha yukarısında olan zenginleri örnek alır, şükürsüzlüğüne şükürsüzlük katar.[26]
Hülâsa
Şükretmeyen kanaat edemez. Kanaat etmeyen israftan kaçınamaz. İsraftan kaçınmayan ise bereket bulamaz. Günümüzde insanların altında marka araba, ceplerinde lüks telefon ve günlük ihtiyaçlarını rahatlıkla temin edecek güçte olmasına rağmen; zamanın çok çabuk geçtiğini, şimdiki neslin ahlakî değerlerinin olmadığını, eskiden bereketin var olup şimdi yok oluşunu şikâyet etmektedir. Allah Teâlâ tüm bu olumsuz yönde söylenilenleri, insanların kendi elleri ile işledikleri günahlar sebebi ile olduğunu,[27] belki doğru yola yeniden dönerler diye bir kısmını açlık ve yoksullukla imtihan ettiğini[28] bizlere haber vermektedir. Eğer fakirlerin hakkı olan zekât verilmez, belayı def’ için sadaka dağıtılmaz, günahlardan ictinâb için nefisle mücadele edilmezse Allah Teâlâ, sayılmaya kalkışılsa aciz kalınacak kadar çok nimetleri[29] içinde varlıkta yokluk ile imtihan eder.
Dipnot
[1] A’râf, 7/31.
[2] İbn Manzûr, Lisânü’l-ʿarab, “srf” md.
[3] Bkz. Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, Kâhire 1332, 3/259-260.
[4] Bkz. Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiü’l-Beyân ‘an te’vili âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1405, 15/72-74.
[5] Bkz. Tîn 95/4.
[6] Tevbe, 9/111.
[7] Bkz. İbn Kayyim el-Cevziyye, Uddetü’s-sâbirîn ve zehîratu’ş-şâkirîn, Darü Âlemi’l-Fevâid, Mekke 1429, s.34.
[8] Bkz. Müslim, Hadis No: 1048.
[9] Müslim, Hadis No: 118; Tirmizî, H. No: 2196.
[10] Beyhakî, Zühdü’l-kebîr, Hadis No: 104; Taberânî, el-Mu’cemu’l-evsât, H. No: 6922.
[11] Bkz. Bakara, 2/279.
[12] Bkz. Müslim, Hadis No: 1579; Ebû Dâvûd, H. No: 3333.
[13] Bkz. Mâlik, Muvattâ, Hadis No: 936.
[14] Bakara, 2/86.
[15] Bkz. Nisâ, 4/173; En’âm, 6/127.
[16] Bkz. Tegâbün, 64/16.
[17] Bkz. Necm, 53/39.
[18] Âl-i İmrân, 3/37.
[19] Bkz. Tirmizî, Hadis No: 2378.
[20] Bkz. Ra’d, 13/26; İsrâ, 17/30; Ankebût, 29/62; Sebe, 34/36; Zümer, 39/52.
[21] Bkz. Ankebût, 29/60.
[22] Bkz. Zâriyât, 51/53.
[23] Zâriyât, 51/56.
[24] Bkz. İbrâhîm, 14/7.
[25] Bkz. Tevbe, 9/103.
[26] Tasarrufla alınmıştır: Bedîüzzamân Saîd, Nursî, Lem’alar, Envâr Neşriyat, İstanbul 2021, s.144-146.
[27] Rûm, 60/41.
[28] Bkz. Bakara, 2/155-156.
[29] Bkz. Nahl, 16/128.